Friday, December 26, 2008
Wednesday, December 3, 2008
brokoliçorbası
Brokoli çorbası
* 300 gr. brokoli
* 1 çorba kaşığı tereyağı
* 1 çorba kaşığı tepeleme un
* 1 su bardağı süt
* 2 su bardağı su
* 2 çorba kaşığı rendelenmiş kaşar peyniri
* Tuz
* Karabiber
* Pulbiber
Bir tencereye uygun miktarda su koyup, üzerine buharlı pişiriciyi yerleştirin ve çiçeklerini ayırdığınız brokoliyi 5 dakika boyunca haşlayın. Daha sonra blendıra alın. Üzerine yarım çay bardağı haşlama suyundan ekleyip, blendırdan geçirin. Tereyağını bir tencereye alıp kızdırdıktan sonra, üzerine unu ekleyin. Unun rengi dönünce, sürekli karıştırarak sütü ve suyu ilave edin. Brokolileri, tuz ve karabiberi de ekleyin. 1-2 taşım kaynatıp, ocaktan alın. Üzerine rendelenmiş kaşar peyniri serpin. Haşlanmış brokoli ve pulbiber ile süsleyerek servis yapın.
Thursday, September 18, 2008
Bırak fırsatlar kaçsın, yeter ki hayat burada kalsın!
Sıkış tepiş bir kafedeydim. Yanı başımdaki masada 20'li yaşlarına henüz girmiş üç genç gelecek projelerinden konuşuyorlardı.
Kulak misafiri olmamak imkansızdı.
Bir ara içlerinden birinin "dünya hep elimden kaçıyormuş gibi geliyor; yapılacak ne çok şey var ve hiçbirine yetişemiyorum" dediğini işittim.
Ardından "bazen hırsımdan ağlamak istiyorum" diye ekledi.
Ah çocuk, diye söylendim içimden; bu bakış açısının hiç sonu yok, bir bilsen!
Sonra kendi gençliğim geldi aklıma...
Benim için de öyleydi.
Dünya dedikleri, ne zaman durağa gelsem beni almadan kapılarını "taak" diye kapatıp giden bir belediye otobüsüydü!
Sık sık umutsuzluğa kapılır, içime kapanırdım.
Hayatın kovalanacak değil, "yaşanacak" bir şey olduğunu öğrenmek çok zamanımı aldı.
Biz yetişkinlerin o gençten farkımız var mı?
Tatile gidiyoruz ama tadını çıkartmakta zorlanıyoruz. Çünkü aklımızda hep gidilecek başka yerler, çıkılacak başka tatiller var.
İş bulup çalışıyoruz ama tam anlamıyla sevinemiyoruz buna. Bu işten daha iyisi, daha çok kazandıranı olabilirdi diye düşünüp durmaktan bitkin düşüyoruz.
Aşk mı? Onda bile tedirginlik ve kararsızlık yakamızı bırakmıyor. Geceleri aşktan kavrulan nice insan gündüzleri başka havadan çalıyor; rekabet, sosyal flört ve iktidar arzusu ruhlarını yiyip bitiriyor.
Yaşlılar deseniz...
Birçoğu "görülecek çok yer, tadılacak çok lezzet var ama vaktim kalmadı" diye hayıflanmakla günü geçiriyor.
Onca huzursuzluk yetmiyor!
Bir de "ölmeden önce yapılacak, gidilecek, görülecek, tadılacak" şeyler listelerine kafamızı takıyoruz.
Bu listeleri içeren kitaplar kapış kapış gidiyor.
100'den aşağısı da kurtarmıyor!
Gidilecek 100 yer, yapılacak 100 şey...
Oysa alttan alta hissediyoruz ki, tek bir şeyi bile gönülden ve "iyi" yapsak, yetecek de artacak bile!
Ama bir ömür boyunca tek bir yazarı derinlemesine tanıyıp bütün yapıtlarını tekrar tekrar okumanın; bir besteciye gönülden bağlanmanın; bir şehre aşık olmanın tatlarından söz eden yok ki!
Böyle bir tercihin yoksulluk değil, tam aksine zenginlik olduğu çoktan unutulmuş.
Şöyle bir bakın!
Çoğumuz durmadan koşan ama bir türlü bitiş çizgisine varamayan atletleri andırıyoruz.
Azın öz olabileceğine inanç kalmadı artık.
Gerçek olamayacak hayaller "boş" sayılıyor.
O yüzden işte...
Yazımın başında sözünü ettiğim "hırsımdan ağlayacak gibi oluyorum" diyen genci düşünüyorum da...
Yavrucak kim bilir ne kadar zaman sonra anlayacak ki, dünya insanın gölgesine benzer.
Kovalarsan kaçar. Asla yakalayamazsın.
Kaçarsan da kovalar!
HAŞMET BABAOĞLU
Kulak misafiri olmamak imkansızdı.
Bir ara içlerinden birinin "dünya hep elimden kaçıyormuş gibi geliyor; yapılacak ne çok şey var ve hiçbirine yetişemiyorum" dediğini işittim.
Ardından "bazen hırsımdan ağlamak istiyorum" diye ekledi.
Ah çocuk, diye söylendim içimden; bu bakış açısının hiç sonu yok, bir bilsen!
Sonra kendi gençliğim geldi aklıma...
Benim için de öyleydi.
Dünya dedikleri, ne zaman durağa gelsem beni almadan kapılarını "taak" diye kapatıp giden bir belediye otobüsüydü!
Sık sık umutsuzluğa kapılır, içime kapanırdım.
Hayatın kovalanacak değil, "yaşanacak" bir şey olduğunu öğrenmek çok zamanımı aldı.
Biz yetişkinlerin o gençten farkımız var mı?
Tatile gidiyoruz ama tadını çıkartmakta zorlanıyoruz. Çünkü aklımızda hep gidilecek başka yerler, çıkılacak başka tatiller var.
İş bulup çalışıyoruz ama tam anlamıyla sevinemiyoruz buna. Bu işten daha iyisi, daha çok kazandıranı olabilirdi diye düşünüp durmaktan bitkin düşüyoruz.
Aşk mı? Onda bile tedirginlik ve kararsızlık yakamızı bırakmıyor. Geceleri aşktan kavrulan nice insan gündüzleri başka havadan çalıyor; rekabet, sosyal flört ve iktidar arzusu ruhlarını yiyip bitiriyor.
Yaşlılar deseniz...
Birçoğu "görülecek çok yer, tadılacak çok lezzet var ama vaktim kalmadı" diye hayıflanmakla günü geçiriyor.
Onca huzursuzluk yetmiyor!
Bir de "ölmeden önce yapılacak, gidilecek, görülecek, tadılacak" şeyler listelerine kafamızı takıyoruz.
Bu listeleri içeren kitaplar kapış kapış gidiyor.
100'den aşağısı da kurtarmıyor!
Gidilecek 100 yer, yapılacak 100 şey...
Oysa alttan alta hissediyoruz ki, tek bir şeyi bile gönülden ve "iyi" yapsak, yetecek de artacak bile!
Ama bir ömür boyunca tek bir yazarı derinlemesine tanıyıp bütün yapıtlarını tekrar tekrar okumanın; bir besteciye gönülden bağlanmanın; bir şehre aşık olmanın tatlarından söz eden yok ki!
Böyle bir tercihin yoksulluk değil, tam aksine zenginlik olduğu çoktan unutulmuş.
Şöyle bir bakın!
Çoğumuz durmadan koşan ama bir türlü bitiş çizgisine varamayan atletleri andırıyoruz.
Azın öz olabileceğine inanç kalmadı artık.
Gerçek olamayacak hayaller "boş" sayılıyor.
O yüzden işte...
Yazımın başında sözünü ettiğim "hırsımdan ağlayacak gibi oluyorum" diyen genci düşünüyorum da...
Yavrucak kim bilir ne kadar zaman sonra anlayacak ki, dünya insanın gölgesine benzer.
Kovalarsan kaçar. Asla yakalayamazsın.
Kaçarsan da kovalar!
HAŞMET BABAOĞLU
Monday, September 8, 2008
FINE DAYS
These fine days have been my ruin.
On this kind of day I resigned
My job in ``Pious Foundations.''
On this kind of day
I started to smoke
On this kind of day
I fell in love
On this kind of day I forgot
To bring home bread and salt
On this kind of day I had a relapse
In my versifying disease.
These fine days have been my ruin.
Orhan Veli Kanik
Translated by Bernard Lewis (1982)
FREE
We live free
Air is free, clouds are free
Valleys and hills are free
Rain and mud are free
The outside of cars
The entrances of cinemas
And the shop windows are free
Bread and cheese cost money
But stale water is free
Freedom can cost your head
But prison is free
We live free
Orhan Veli Kanik
Translated by Bernard Lewis (1982)
Tuesday, May 6, 2008
Bir Şuursuzluk Anıtı Olarak Titanic
Yazının tamamını konuk sanatçı olarak yer aldığım kardeş blog Yenilmezlik İnancı'nda okuyabilirsiniz....
Monday, April 21, 2008
balıklı bulgur
Filmin ismini ilk duyduğumda büyük bir merak uyanmıştı içimde. Yemeklerin isimlerinin lezzetiyle ilgili ipucu vermeleri gibi, Sudan asıllı yönetmen Abdellatif Kechiche de çok hoş bir tat bıraktı ağzımızda... Oyunculuklar pek hoş, hikaye pek hoş, filmin sonu pek hoş...
Filmi izlerken Fassbinder'in filmi Korku Ruhu Kemirir'deki tartışma sahnesi geldi aklıma. Adam kendinden yaşça büyük Alman karısına "Bana kuskus pişirmiyorsun hiç," diyerek isyan ediyordu. İlişkilerine ve yakınlıklarına karşı onca insan olmasına rağmen hatırımda kaldığı kadarıyla kavga ettikleri -ağızlarının tadının bozulduğu- tek sahne oydu.
O tarafa ait kültürlerde, kuskusun bir aşk, özen, hatta ve hatta şehvet sembolü olduğunu hiç bilmiyordum. Bu filmden sonra iyice ikna oldum. "Kuskus" hassas mevzu...
Filmi izlerken Fassbinder'in filmi Korku Ruhu Kemirir'deki tartışma sahnesi geldi aklıma. Adam kendinden yaşça büyük Alman karısına "Bana kuskus pişirmiyorsun hiç," diyerek isyan ediyordu. İlişkilerine ve yakınlıklarına karşı onca insan olmasına rağmen hatırımda kaldığı kadarıyla kavga ettikleri -ağızlarının tadının bozulduğu- tek sahne oydu.
O tarafa ait kültürlerde, kuskusun bir aşk, özen, hatta ve hatta şehvet sembolü olduğunu hiç bilmiyordum. Bu filmden sonra iyice ikna oldum. "Kuskus" hassas mevzu...
Thursday, April 17, 2008
Fados ya da yıldızların külleri...
Carlos Saura'nın bu sefer fadoları ele aldığı kendi dili İspanyolca dışında yaptığı ilk film. (Hayır, çok uzağa gitmemiş, bu seferki de Portekizce)
Her zamanki Saura tadını alıyor insan, Fadoların kendisi çok büyüleyici, müzisyenlerin icra sırasındaki ışıkları çok büyüleyici. Daha önce dinleyip neden bahsettiğini anlayamadığımız genel fado ruh haline de vakıf oluyoruz alt yazılar sayesinde... Bir arabesk tadı alıyoruz, çok tanıdık sularda olduğumuzu düşünüyoruz. Bir fadonun şu sözü aklıma kazınmış:
Şu ruh denen şey hayatı gerçek sanıyor...
Ne denir şimdi bundan sonra, nada!
Her zamanki Saura tadını alıyor insan, Fadoların kendisi çok büyüleyici, müzisyenlerin icra sırasındaki ışıkları çok büyüleyici. Daha önce dinleyip neden bahsettiğini anlayamadığımız genel fado ruh haline de vakıf oluyoruz alt yazılar sayesinde... Bir arabesk tadı alıyoruz, çok tanıdık sularda olduğumuzu düşünüyoruz. Bir fadonun şu sözü aklıma kazınmış:
Şu ruh denen şey hayatı gerçek sanıyor...
Ne denir şimdi bundan sonra, nada!
Monday, February 18, 2008
suyun ayak sesi
niçin at soylu hayvandır
güvercin güzeldir diyorlar
niçin kimsenin kafesinde akbaba yok
yoncanın kırmızı laleden neyi eksik
gözleri yıkamalı
başka türlü görmeli
sözcükleri yıkamalı
sözcük rüzgar olup esmeli yağmur olup yağmalı
Soprab Sepheri
Subscribe to:
Posts (Atom)